20 Ağustos 2014 Çarşamba

ALDATILMIŞLIĞIN KISA TARİHİ (1987-2015)

       Her soyut ifade, bellekte somut bir kavramla temsil edilir. Hepimiz ressam olsaydık ve Nazım Hikmet “bana mutluluğun resmini çizebilir misin” diye bize sorsaydı, kimimiz tatile gidilen yeri, kimimiz banknotları çizerdik. Aşkı çiz deseydi; aşık olan kişi maşuğun yüzünü, olmayan da birbirine aşık olan bir çifti çizerdi, korkuyu çiz deseydi kimimiz kıllı bir örümcek çizerken, kimimiz bir mezar çizebilirdi.
       İşte bu tür soyutluklar içinde bazıları (aşk, korku gibi) ilkel benliğimizin ürettiği kavramlar olduğu için, yerine göre farklı şekilde kafamızda canlandırabiliriz. Ancak bazı soyut kavramlar beynimizin ilkel bölgeleriyle ilgili olmayan; tamamen toplumsal yapının beynimize zerk ettiği kavramlardır. Bunlar için de aklıma ilk gelen örnekler tanrı ve ahlak.
       Tanrı deyince benim kafamda canlanan şey -yaklaşık 27 yıldır- kalpaklı Atatürk resmidir. İşte aldatılmışlığın kısa tarihinin benim için 1987’de başlamasının göstergelerinden biri bu. Evet benim için 1987’de başlıyor çünkü ben okula 1987’de başladım. Siz kaç yılında başladıysanız sizin için de bu tarihin başlangıcı o yıldır.  Bu iddialı tezi desteklemek için ayrıca bir kaç yazı daha çıkarabilecek kadar argümanım var ama ben mümkün olduğunca özetlemeye çalışacağım.
       Öncelikle emin olun ki burada amacım ne Tanrı'yı ne de Atatürk’ü tartışmak. Bu örneği verme amacım, küçük bir çocuğun algılarının nasıl yönlendirilebildiğini göstermekti. Orada Atatürk değil de Mona Lisa’nın resmi olsaydı, tanrı kafamda öyle de canlanabilirdi; nitekim Mona Lisa da sürekli karşısındakini izliyor.

Aslında tanrının benim kafamda Atatürk şeklinde canlanması fazla rastlanan bir durum olmayabilir; çünkü ben ne Atatürk'ü ne de Tanrı'yı okuldan önce ailemden pek duyduğumu sanmıyorum. Beyin kıvrımlarımın henüz tam olgunlaşmamış olduğu okulun ilk günlerinde Tanrı'yı ilk kez duyduğumda karşımda duran kara tahtanın yukarısındaki üç çerçeveden birinde bayrak, birinde andımız, ortadaki çerçevede de kalpaklı Atatürk resmi vardı. Tabii bizi sürekli izleyen bir varlık olarak Tanrı takdim edilirken, karşımda da ders boyunca gözü hep üstümüzde olan Atatürk’ü görünce, bilinçaltıma 26 yıldır silinmeyen bir tanrı tasviri yerleşmiş oldu. Sorun şu ki çocukluk ve beynin şekillenmesi kısa sürmüyor ve devletin heykeltıraşları olan Milli Eğitim yöneticileri tarafından beynimize şekil verme işlemi de sadece duvara asılan resim ve ayetlerle değil, ilköğretim ve lisede bazı dersler kullanılarak sistemli olarak uygulanıyor. Bu şekillendirmenin ayrıca aile ve medya ayağı da var ki o kısmına sonra değineceğim. Sistemli aldatmacanın yapı taşları olan bu dersler Tarih ile Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi ve ilerleyen yıllarda Vatandaşlık Bilgisi ve Milli Güvenlik dersleridir. Bu derslerin yanı sıra Andımız, Onuncu Yıl Marşı gibi her Cuma ve resmi bayramda hatırlatılan "ayetler" de heykeltıraşlarımızın önemli kimlik yaratma aygıtları.
        Bu konuyla ilgili tespitlerimi ortaya koymamın nedeni, özellikle seçim dönemlerinde fazlasıyla politikleşen ve kısır tartışmalara yol açan nefret dolu söylemleriyle, sosyal medyada ve dost meclislerinde bizleri seçeneksizliğe mahkum etmek isteyen bilhassa bazı akranlarımın siyasi tavırları.
        Bu aldatılmışlığın mağduru olduğunu düşündüğüm bazı okuyucular, aldatılmayı hiç üzerine alınmayabilir ve o derslerde anlatılanların bir kısmıyla barışık olabilir. Büyük bilim adamı Carl Sagan’dan yaptığım aşağıdaki alıntı, belki gerçekleri söyleyen bir ayna işlevi görebilir.

Tarihin en acı derslerinden biri şudur: Yeterince uzun zamandır aldatılmışsak, aldatmacayı ortaya koyan her türlü kanıtı reddederiz. Gerçeği bulmakla ilgilenmeyiz artık. Aldatmaca bizi kafeslemiştir. Tuzağa düştüğümüzü kendimize bile itiraf etmek, son derece acı vericidir çünkü.

 Evet yeterince uzun zamandır aldatıldık. Carl Sagan’ın bu tespiti şunu da gösteriyor: Ben ve benim gibi bu aldatmacalardan sıyrıldığını düşünenlerin, aldatılanlara gerçekleri gösterme konusundaki çaresizlikleri. Çünkü o kafesin kapısına her elimizi uzattığımızda, içerideki mahkum, yıllar yılı kendisine okul ve medya aracılığıyla söylenmiş yalanlarla elimize vuruyor.

        Yukarıda sıraladığım derslerin ve yöntemlerin beyinleri şekillendirmedeki anahtarlar olduğundan  bahsetmiştim. Bu toplum mühendisliği çalışmalarındaki temel amaç, bugün Erdoğan’ın, geçmişte de zamanın egemenlerinin ağzından düşürmediği tek devlet, tek millet hedeflerine ulaşmaktır. Şimdi diyebilirsiniz ki “sen kimsin ki bizi aldatılmış olmakla suçluyorsun; biz aldatıldıysak sen nasıl oldu da aldatılamadın ya da gerçekleri gördün?”
        
        İşte bunun cevabı aldatılamayanların ya da sonradan uyananların kimliğinde gizli. Mesela tarih derslerinde varlığı yok sayılan ve sonradan ne hikmetse birden var olan ve iç düşman olarak gösterilen Kürtler; kendilerine devlet tarafından duyulan nefret tarih kitaplarından taşarak, bazen Hrant Dink’in ensesine sıkılan kurşunla, bazen de başbakanın “afedersin”iyle gösterilen Ermeniler ve diğer gayrimüslim azınlıklar; zorunlu din dersinde yok sayılan ve Sünni mezhebi dayatılan Aleviler... İşte bu “ötekiler” çocukluk ve ilk gençliklerinde, okuldan eve gittiğinde okulda anlatılandan farklı bir dünyaya mensup olduklarını ve üzerine nefret yönlendirilenlerin kendileri olduğunu fark ediyorlar. Ben de bunlardan biri olarak bu tespitleri yapıyorum. Bunun ortaya çıkardığı ilk tepki, ya aslını inkar etmek ya da sorarak, okuyarak aldatılmayı görmektir. Tarih dersinin yanı sıra, herkesi makul Müslüman ve Sünni olarak tutma işlevi gören din dersi ve çocukların askerliği yaklaşıyor denerek “her Türk asker doğar”ı öğretme amaçlı Milli Güvenlik dersi de tarih dersinin ulaşamadığı noktalara ulaşıyor. İşte bu aldatılmayı görenler, gerçekleri göstermek ve bir şeyleri değiştirmek adına örgütlendikleri zaman, bir anda kendilerini iç düşman konumunda buluyorlar. İşte Başbakanın Gezi’de katledilenlere terörist demesi bunun örneklerinden biridir. Gezi’de katledilenlerin hepsinin Alevi olması da asla bir tesadüf değildir. Devlet şüphesiz Gezi’de, Sivas’ta olduğu gibi Alevileri hedef alarak katliam yapmamıştır. Devletin rastgele sıktığı kurşunlara hedef olan kişilerin büyük bölümü yukarıda açıkladığım nedenlerle “uyanmaya” daha yatkın olan Kürtler ve Alevilerin, örgütlü muhalefete de daha yatkın olması, onların kurşunların hedefi olma ihtimallerini artırır.

          Şüphesiz bu aydınlanmada sadece etnik veya dini kimlikler değil, çevrenin de etkisiyle gelişen entelektüel yönelim de pay sahibi.  Ergenlik çağında veya üniversitede sosyalizmle tanışan ve egemenlerin toplum beynini şekillendirme yöntemlerini görenler de bu aldatılmışlığın farkına varıp, popüler muhalifliğin ötesine geçebiliyorlar.

Yeterince uzun süre söylenen yalanlarla ilgili kendisine haksızlık etmememiz gereken bir güç var: Medya... Medya deyince tabii aklınıza önce günümüzün yandaş medyasının gelmesi olası. Yandaş medya denen olgu genellikle hükümetlere hizmet eder. İş bağlantıları, ihaleler vs. Bunları zaten biliyoruz. Ama hep atlanan bir gerçek var. O da tüm zamanların aldatma aygıtı olan TRT’nin varlığı. Unutmayın ki Türkiye 1964 yılından 1990 yılına kadar gazete dışındaki tek medya aygıtı olarak TRT’ye mahkum kaldı. Bu süreçte TRT kimin mi yandaşıydı? Tabii ki iktidardan hiç ayrılmamış askeri bürokrasi ve onun oluru olmadan adım atamayan diğer devlet aygıtlarının yandaşı; hatta yayın organıydı. Yani şu an Erdoğan’ın emrinde olan TRT, neredeyse 40 yıl boyunca askerin ve vesayet bürokrasisinin emrindeydi ve onların borazanlığını yaptı. Daha sonra faaliyete geçen özel radyo ve TV’lerin ise neredeyse tümü, yukarıdaki devlet aygıtlarının yetiştirdiği beyinler tarafından yönetilerek, sistem tarafından zaten yeterince aldatılmış toplumun uyanmasını engelleme işlevini layıkıyla yerine getirdiler. Uyandırmaya çalışanlar ise kapatma, hapis ve ağır para cezalarıyla; hatta bazıları direkt ofisleri bombalanarak ya da gözaltında kaybedilerek cezalandırıldı. Bu anlattıklarım, medyanın ahlaksızlığını Gezi ile sınırlı sanan kandırılmışlar tarafından dikkate alınmak zorundadır.

Lütfen Carl Sagan'dan yaptığım alıntıyı bir an için bir ayna gibi düşünün ve karşısına geçin. Orada yansımanızı görürseniz kafestesiniz demektir. Siz kafeste kaldıkça hepimiz kafesteyiz demektir. Aslında ben aldatmacayı ortaya koyan kanıtlardan değil; aldatma yöntemlerinden bahsettim. Kanıt için biraz öğretilenlerle gerçekte olanları karşılaştırmak yeterli. Bir iki örnek vereyim: Türklerin İslamiyete geçişinde baş rolde olan kılıç, tarih dersinde geçmiyor bile. Ya da Yavuz Sultan Selim'in Alevi katliamı pek popüler değildir tarih kitaplarımızda. Sarıkamış'ta donan 90 bin askerin ölümünde ise komutanları Enver Paşa'nın hiç kabahati yoktur; tek suçlu Sarıkamış'ın iklimidir.

Böyle tespitler genellikle aldatılmışları çok sinirlendirir. Bunu da normal karşılıyorum. Gerçekle yüzleşmek sarsıcıdır. Gerçeği söyleyene karşı nefret yaratabilir. Bu sorunun nedenini George Orwell güzel bir tespitle özetlemiş. Buyrun:
Bir toplum gerçeklerden ne kadar uzaklaşırsa, gerçekleri söyleyenlerden o kadar nefret eder...               

8 Ağustos 2014 Cuma

CHP'Yİ SOLA KAYDIRMAK İÇİN SON FIRSAT!

       Etrafımızda CHP'nin yavaş yavaş merkez sağ partiye dönüşmesinden şikayetçi olan; ama buna rağmen CHP'nin "düşmana" karşı tek alternatif olduğunu düşünerek her seçimde CHP'ye oy veren insan sayısı azımsanacak düzeyde değil. Bu yazımda amacım, bu dostlarımıza önümüzdeki cumhurbaşkanı seçiminin CHP'yi sağcılıktan kurtarmak için çok önemli bir şans olduğunu göstermek. Benim kime oy vereceğim zaten önceki yazılarımdan da belli; ama samimiyetle söylüyorum ki burada amacım -böyle yapsam da ayıp değil- desteklediğim adaya oy toplamak değil; gerçekten şu CHP için bir çözüm olduğunu göstermek.

       Şimdi öncelikle AKP kitlesinin cehaletinden sürekli şikayet ederek, gerçekten öyle olanları kendinden uzak tutma konusunda üstün başarı gösteren bazı elitistlerimizin, cehaletin üniversite bitirmek veya Yılmaz Özdil kitabı okumakla aşılamayabileceğini gösteren "oyum boşa gider" mantığını inceleyelim.

       Bakın dostlar; cahillik yağ bağlamak gibidir. Yıllarca egzersiz yapmadan ve düzgün beslenmeden yaşarsanız, ancak yıllarca uğraşarak kurtulabileceğiniz kilolar biriktirirsiniz. Aynı şekilde yıllarca gündemi sadece üstün körü takip ederseniz veya sadece popüler gündemi izlerseniz, yıllar geçse de kırılamayacak ön yargı ve cehalete sahip olursunuz. Bakın işte şu seçime. Hiçbir seçimin kuralları bu kadar basit ve net olmamıştı. Bir aday %50'yi geçerse seçimi kazanır; hiçbir aday geçemezse seçim ikinci tura kalır. İlk iki aday da ikinci turda yarışır. Bundan daha basit ne olabilir! Yapmayın; bizler ÖSS'ye ardından ÖYS'ye girmiş; türev-integral falan çözmüş bir nesiliz. Bu seçimi anlamak mı zor geliyor bize? Ve biz; ülkenin geleceği buna bağlı diye yorumladığımız bir seçimin, bu kadar basit kurallarını bile doğru düzgün bilmezken; milleti göbeğini kaşıyan adam diye aşağılıyoruz.

       Yani kısacası, "evet Demirtaş güzel ve doğru konuşuyor ama kazanamaz ki" gibi bir mantık bu seçimde geçerli değil. İlk turda İhsanoğlu ve Demirtaş'ın oy toplamı %50 üzerinde olduğu sürece seçim ikinci tura kalır. Ülke çapında 1000 oy alacak bir aday daha olsaydı, ona vereceğin oy da boşa gitmezdi. Yani; oyunun boşa gitmesi için, oyu boş atman lazım! Başka türlü boşa gidemez. Sonra ikinci turda ne yapıyorsan yap ama ilk turda gerçekten oy vermek istediğin adaya oy vermen için hiç bir engel yok.

       Gelelim bu yazının ana fikrine...CHP'yi sola kaydırma fırsatı nedir? CHP eminim ki çatıyı kurmadan önce HDP ile mi yoksa MHP ile mi ittifak yapsak diye parti meclisinde tartışmıştır. Muhtemelen de -son seçimden hareketle- HDP oyunun % 7 civarı, MHP oyunun da %17 civarı olduğunu düşünerek, seçim ittifakını MHP ile yapmayı uygun gördü. Bu çatıyı da doğal olarak BBP, İşçi Partisi gibi faşist partiler de destekleme kararı aldılar. Elinden hala kan damlayanların adayına oy vermek benim için problem değil diyorsanız sorun yok. Ancak CHP'nin bu adayından ve ittifakından rahatsızsanız; her zaman gösterdiğiniz pragmatik (fayda odaklı) tavrı, yine göstermenizi öneriyorum.

       CHP'yi sola yaklaştırmak istiyorsanız, ilk turda Demirtaş'a oy verin! Demirtaş bu seçimde ne kadar yüksek oy alırsa, CHP'nin bir sonraki genel seçimde rotasını sola çevirme olasılığı da o kadar artacaktır. Unutmayın Demirtaş'ı sadece Kürtler desteklemiyor! Türkiye'nin gerçek sosyalistleri ve özgürlükçülerinden tutun da, ezilen azınlık ve mezhep gruplarına; LGBT derneklerinden ağasız sendikalara, tüm ötekileştirilmiş kesimler Demirtaş'ı destekleme kararlarını açıkladılar. Hem bu gruplarla; hem de nüfusu 20 milyonu bulan Kürt nüfusla ilişkilerini geliştirecek bir CHP, emin olun ki AKP karşısında hem gerçek hem de daha ciddi bir tehdit olacaktır. Siz de bir sonraki seçimde sandığa tıpış tıpış değil; gönül rahatlığı ve hür irade ile gider, oyunuzu gözleriniz dolarak kullanırsınız.
   

17 Temmuz 2014 Perşembe

VİCDANİ RET, KÜRTAJ, ANADİLDE EĞİTİM ve EKMEL BEY

        Hem sosyal demokrat, hem ülkücü, hem dinci, hem ulusalcı yani hemen her şeyci çatının ortak adayı Ekmeleddin İhsanoğlu, geçtiğimiz günlerde Taraf gazetesinden Tuğba Tekerek'e bir mülakat verdi. Bu mülakatta bazı kritik sorulara verilen felaket cevaplar her tür medya kolunda eleştirildi; fakat eleştirilerde gözüme çarpan nokta, bu yanıtların kişisel başarısızlık sonucuymuş gibi yansımasıydı.

        Ben, böyle bir çatının altında gösterilebilecek her adayın, böyle kaçamak yanıtlar vermek zorunda olduğunu düşünüyorum. Çünkü özellikle bazı sorulara verilecek açık ve net cevaplar, çatı altındaki partileri birbirine düşürecek cinsten. Ama Ekmel bey'in sorulara verdiği kaçamak yanıtlar o kadar çok sırıttı ki, mecburen ona oy vermeye karar vermiş bir çok kişi tekrar düşünmeye başladı. Şu kritik soruları ve cevapları teker teker inceleyelim ki, ilkesiz siyasetin, kısa zamanda nasıl bir siyasetçi yarattığını bir kez daha görelim.


Soru 1.  Anadilde eğitim.

Ana dilde eğitim konusunda tüm çatı partilerinin üzerinde birleştiği bir fikre sahip olduğu için kaçamak yanıta ihtiyaç duymadı, bu tavrıyla zaten kültürel ve sosyal talepleri olan Kürtlerin oyuna talip olmadığını gösterdi. Anadilde eğitimin gerekli olmadığını ortaya koymak için şu cümleyi kuruyor:

"Ben size örnek verdim. Fransa’nın güneyinde İtalyanca, Alsas’ta Almanca, İspanyol sınırına doğru İspanyolca konuşulur. Ama Fransa’da bir dil vardır."
Bunun üzerine Tuğba Tekerek çoklu eğitim sistemi olan bir ülke olarak İspanya örneğini veriyor. Yanıt ise müzakere masasında dediğim dedik diyeceğinin sinyali adeta:

O başka. Problemi bu noktaya sıkıştırmamak, müzakerenin ve gelişmenin önünü açmak lazım. Biz bu işi halletmek istiyorsak, suhuletle, adım adım yapmamız lazım.
Şimdi birincisi; niye "o başka"? Koskoca cumhurbaşkanı adayının cevabı "o başka" düzeyinde midir? Konuyu kapatın anlamına mı geliyor bu? Sonraki başka bir cevabını da "çok rica ederim" vurgusuyla bitirince "evet gerçekten konuyu kapatın" anlamına geliyormuş diye düşündüm. Yanıtların niteliğine gelince: İspanya için "o başka" diyor. Fransa ve İspanya; iki AB üyesi, benzer ekonomik ve sosyal dinamiklere sahip iki ülke. Ayrıca İspanya bu konuda hiç de başka olmayan, bize gayet yakın bir örnek. İkinci yanıtında ise kabaca, anadilde eğitim önemli değil, ona sonra da bakarız demeye getiriyor. Neyse ki hala müzakere masasında. Bu da yanıtın "iyi şeyler de oluyor" dedirten tarafı.

Bu soruların devamında da zaten 100 yıllık resmi söylemi tekrarlayıp duruyor ve çatı altındaki hiçbir parti liderini üzmüyor.


Soru 2. Türkiye hariç Avrupa Konseyi üyesi tüm ülkeler vicdani ret hakkını tanıyor. Sizce Türkiye de vicdani ret hakkını tanımalı mı?


Cevap tam komedi: Vicdani ret hakkının ne olduğunu bilmiyorum!

Tuğba Tekerek "insanlar vicdani sebeplerle elime silah almak istemiyorum, askere gitmek istemiyorum diyorlar" diyerek ne olduğunu açıklayınca da şöyle diyor:

Anladım. Doğrusu, böyle bir soruyla ilk defa karşılaşıyorum. Fazla incelemeden cevap verirsem, kendimi inkar etmiş olurum. Okumadan alim, gezmeden seyyah olanları sevmem. Benim bunu incelemem lazım.

İşte bu cevap tam da sırıtan kaçamak cevap örneği. Bu cevap karşısında akla iki seçenek geliyor. Ya gerçekten bilmiyor ya da cevaplamamak için bilmediğini söylüyor. Ben ikinci seçeneği daha olası görüyorum. Bu konu İslami çevrelerde de defalarca tartışıldı, İslami gerekçeyle askerliği reddedenler ortaya çıktı; hatta Nisan 2012'de Diyanet İşleri Başkanlığının vicdani ret aleyhinde verdiği bir fetva bile var. Dönemin İslam Konferansı Örgütü Başkanı olan Türkiye vatandaşı bir profesörün bunu hayatında ilk kez duymuş olması için dünyayı ve ülkesinin gündemini hiç takip etmiyor olması lazım ki bu da kesinlikle bir özür olamaz.

Bence Ekmel bey vicdani ret hakkının geçerliliğinden yana; fakat altında olduğu çatının partileri -CHP'nin bir kesimi dışında- askerliği tartışmayı bile vatan hainliği sayabilecek noktada ve Ekmel bey de onların dışında bir görüş beyan etmek istemiyor. İşte bu nedenle Ekmel bey'in bu sorudan kaçtığını düşünüyorum. Eğer vicdani reddin karşısında olsaydı zaten bunu açıkça söylerdi ve bu sorudan kaçmazdı.

Soru 3. Kürtajla ilgili kadınların "benim bedenin benim kararım" sözüne bazı dindarlar karşı çıkıyor. Siz ne diyorsunuz?

Bu çatının adayı için çok kritik bir soru. Bu çatının altında tüm kesimleriyle kürtaja karşı olmayan CHP ile ulusalcılar ve tartışmasız karşı çıkan MHP var. BBP, SP gibi daha muhafazakar çatı destekçileri de tabii ki karşı çıkıyorlar.

Burada Ekmel bey'in problemin mağdurunu değiştirmesi gibi bir sorun var. Şöyle:

Başkası farklı düşünüyorsa, o onun görüşüdür. İnançlı bir insansa, çocuk alma konusunda dinin tespit ettiği ölçüler vardır. Ruhun oluşması meselesi var. Ben bunu ezbere bilmiyorum, yanlış bir şey söylemek istemiyorum. Herkes bu konuda saygılı olmalı. İnanç meselesi ve hayat meselesi... Verilen canı, insanın alma hakkı var mıdır? Ben size soruyorum: Allah’ın verdiği canı, siz alabilir misiniz? Bunu da sormak lazım, değil mi?
Yani Tuğba Tekerek, dindarlar kürtaj yaptırmak isteyen kadınlara saygılı olmalı mı diye sorarken Ekmel bey, insanlar inançlara saygılı olmalı şeklinde cevaplayarak hem İsa'ya hem Musa'ya yaranmaya çalışıyor. Ayrıca sanki kürtajın serbest olması gerektiğini düşünenler inançlı insanları kürtaja zorluyormuş gibi bir algı yaratıyor. Son cümlesiyle kürtaja karşı olduğu mesajını veriyor ama çok net bir karşı tavır koyarak da seküler çevrelerden tepki almak ve bu konuda Erdoğan'la aynı kafada olduğunu "açık etmek" istemiyor.



Diğer adaylardan R. Tayyip Erdoğan için sorulara net cevaplar veriyor ya da vermiyor gibi tespitlerde bulunamıyoruz; çünkü zor soru soracak gazetecilerin karşısına zaten çıkmıyor. Farklı ortamlarda soranlara da fırça atıp susturuyor. Selahattin Demirtaş ise net bir siyasi geleneğin temsilcisi olduğu için kaçamak yanıt vermesini gerektirecek bir durumu yok. Bu nedenle Ekmeleddin İhsanoğlu' nun mülakatını, Demirtaş'ın mülakatlarıyla karşılaştırırsak, ilkesiz politik hesapların çatısı altında siyaset yapmanın, yılların birikimiyle büyük bir saygınlığa erişmiş bir insanı ne hale getirdiğini rahatlıkla görürüz.

Bu mülakatta başka sorular da var; ama ben en çok tartışma yaratan üç soru üzerinde durdum. Mülakatın tamamını aşağıdaki bağlantıyı tıklayarak okuyabilirsiniz.

 http://t24.com.tr/haber/vicdani-reddin-ne-oldugu-bilmiyorum-kurtce-eve-hapsedilmemeli-kurtaj-icin-dinin-tespit-ettigi-olculer-vardir,264643


15 Temmuz 2014 Salı

İKTİDARLARIN KUTSAL DEĞNEĞİ

         Yaşımın görmeme el verdiği tüm seçimlerde gözlemlediğim, el vermediği dönemler için de okuduğum bir seçim profili var. Ülkemiz her zaman tehlikeli bir dönemden geçmektedir ve ilk seçimlerde mutlaka tehlikeli cephenin iktidarı engellenmelidir. Bunun için de tüm oylar bu tehlikeli cephenin en güçlü rakibinde toplanmalıdır. Bu tehlikeli cephe kimi zaman Demokrat Parti, kimi zaman ANAP, kimi zaman da AKP olmuştur. Darbe "lazım" olduğunda da irtica, komünizm ve Kürtler bu cepheye terfi etmişlerdir. Aslına bakarsanız tehlikeli dönem konusunu çok uzatmaya gerek yok; çünkü hepimiz bunu zaten son yerel seçimde de yaşadık, önümüzdeki Çankaya seçimi için de yaşıyoruz. Böyle giderse de maalesef hep yaşayacakmışız gibi görünüyor.

         Peki bu 2 kutuplu siyasi durum, tehlikeli cephe bir türlü bertaraf edilemediği için mi hep ortada? Yoksa bazı şeyler bu sistemin üzerine mi kurulu? Bunu tespit etmek için öncelikle ülkemizin yönetim sisteminin ne olduğunu doğru tespit etmek gerekiyor.

          Sokağa çıkıp insanlara sorarsanız yönetim sistemimiz için tahminimce karmaşık yanıtlar alırız. Endişeli modernlere sorarsanız diktatörlük, devrimcilere sorarsanız faşizm, dindarlara sorarsanız demokrasi, aşırı dincilere sorarsanız dinsizlik gibi yanıtlar almamız olası. Bana sorarsanız da bu ülkenin yönetim sistemi, uygulayıcısı bazen değişse de şiddeti hiç değişmeyen faşizm; ekonomik sistemi de, faşizmin koruduğu ve sürdürdüğü vahşi kapitalizmdir. Bu tanım bazılarına biraz sert gelebilir ama gelin nedenlerine örneklerle bir göz atalım:


Faşizm tanımlamasının nedeni çok açık: Cumhuriyetin kuruluşundan beri dur durak bilmeyen, kimileri alenen devlet eliyle yapılmış ve hala yapılmakta olan, kimileri de devletin yapılmasına göz yumduğu toplu katliamlar, 90'ların hala yargılanamayan faili meçhul cinayetleri, günümüzde öldürülüp, ardından annesine yuh çektirilen gençler, suçsuz yere yıllarca hapis yatan, işkencelerle öldürülen ve ruhen ya da bedenen sakat bırakılan insanlar faşizmin yadsınamaz fotoğrafları. Bu kapitalizme "vahşi" sıfatını ekleyen örnekler için ise yakın zamandaki Soma faciasıyla yeniden ortaya çıkan maden görünümlü mezarlıklara, üzerine hayvan dışkısı dökülen Sütaş işçilerine, seçim var diye grevi ertelenen Şişecam işçilerine, grev yaptığı için işinden kovulan THY çalışanlarına, belediyelerde (hem AKP' li hem CHP'li), devlet kurumlarında ve özel sektörde cirit atan taşeronluk sistemine, sigortasız çalıştırılan kadın ve çocuklara bakabiliriz. Bu sistemin koruyucu güçlerinden en önemlisi de demokrasi görünümlü parlamenter sistemdir. Parlamenter sistem ise ne kadar merkezi ise o kadar baskıcı ve değişime kapalıdır. Bu merkezilik konusuna da değineceğim. Şimdi bu sistemde çift kutupluluğun halka yansımasına bakalım.

         Vahşi kapitalizmini faşizmle koruyan tüm rejimler, iki zıt kutuplu naylon seçimlerle, iki ucu boklu bir değneği iki kutbun destekçilerine uzatırlar ve ülkemizde de görüldüğü gibi 100 yıl boyunca o bokları iki tarafa da afiyetle yedirirler. Seçim dönemlerinde iki tarafın yandaşları da halka 'bu tarafa gel, bu tarafta daha az bok yersin' derler.  Bazılarıysa o değneği ortasından yakalamaya çalışırlar; amaçları bu değneğe sahip olmak değil, bu değneği yok etmektir. Çünkü bu değnek, zulmün kutsal değneğidir.

         Önümüzdeki cumhurbaşkanlığı seçiminde bu iki zıt kutbun dışında kalan ve değneği ortasından yakalamaya çalışan bir aday var. HDP adayı Selahattin Demirtaş. Demirtaş'ı ve temsil ettiği siyasi akımı bu noktaya getirenler, yukarıdaki metaforun da ötesinde, söz konusu boku köylerinde ve cezaevlerinde fiilen, ciddi ciddi yemiş insanlardır. Şimdi bu aday seçim çalışmalarında açık açık diyor ki; ben cumhurbaşkanı seçilsem bile, her şeyi değiştirecek güçte olmayacağımı biliyorum, sistem buna izin vermez; ama eğer ben cumhurun; yani halkın başkanı olursam, o halkın her sorununu yerinde dinleyeceğim ve çözüm geliştirme konusunda meclisi baskı altına almaya çalışacağım. Tüm bunların haricinde ilk yapacağım şey, meclisi yerel yönetimler yasası konusunda teşvik etmek olacaktır. Cumhurbaşkanı sıfatıyla bunu halka anlatmak da zaten daha kolay olacaktır.

         İşte sözünü ettiğim kutsal değnekten kurtulma yolundaki en önemli adımdır bu yasa. Peki nedir bu yerel yönetimler yasası?

         Bildiğiniz gibi Türkiye'de yerel yönetimleri üstlenen kurumlar olan belediyeler, çöp toplama, ara sokak düzenlemesi, park bahçe yapma ve işletme, ebru kursu düzenleme gibi fonksiyonlara sahip. Başındaki partiye göre fıkıh, takva veya Atatürkçülük üzerine seminerler düzenlemek de belediyelerin siyasi faaliyetlerinin başında geliyor. Sonuçta yaşadığınız şehirde desteklediğiniz parti % 80 de oy alsa, sizin ekonomik ve sosyal durumunuzu belirleyen kararları Ankara'daki siyasi yapı veriyor. Mesela İzmir'i gericilere kaptırmamakla övünen İzmirliler, aslında sadece şehrin yukarıda belirttiğimiz belediye işlerini gericilere kaptırmamış oluyorlar. Aynen % 67 ile başkanını seçmiş olan Hakkarililer gibi. Hani duyuyoruz ya ABD'de Teksas'da kürtaj yasaklandı diyorlar haberlerde. İşte o sırada mesela Kaliforniya'da yasaklanmamış olabiliyor. Yerel yönetimler sistemi böyle bir şeydir işte. Erzurum'daki adam kürtaja karşı diye İzmir'deki tecavüzcünden olacak bebeği doğurmak zorunda kalmazsın. Sen bulunduğun yerdeki seçiminle sosyal ve ekonomik durumunu iyileştirebilirsen, diğer şehirlerdeki seçmenler de senin seçimini sempatik bulabilir ve kendi bölgelerinde de senin desteklediğin partinin adayını seçebilirler.

        Sonuç olarak mevcut parlamenter sistemle hiçbir zaman tam demokrasinin uygulanması mümkün değildir; çünkü Türkiye, farklı illeri adeta farklı ülkelermiş gibi olan dünyadaki az sayıdaki ülkeden biridir. Bazı kesimlerde tam bir paranoyaya dönmüş olan bölünme, bu sistem yüzünden zihinlerde çoktan gerçekleşmiştir. Dolayısıyla bir iktidar % 80 oyla da seçilse tüm ülkeyi kucaklaması, şu ana kadarki örneklerin de gösterdiği gibi uzak bir ihtimaldir. Unutulmamalıdır ki faşizmin ve vahşi kapitalizmin sürdürülebilirliği için sistemin şu an ve her zaman yaşadığımız kutuplaşmaya ihtiyacı vardır. Bu sistemi değiştirmek için en önemli seçeneklerden biri, parlamenter sistemi değiştirmek için bir şeyler yapmaktır. Einstein'ın da dediği gibi, aynı şeyleri yaparak farklı sonuçlar beklemek gerçekten de ahmaklıktır.