20 Ağustos 2014 Çarşamba

ALDATILMIŞLIĞIN KISA TARİHİ (1987-2015)

       Her soyut ifade, bellekte somut bir kavramla temsil edilir. Hepimiz ressam olsaydık ve Nazım Hikmet “bana mutluluğun resmini çizebilir misin” diye bize sorsaydı, kimimiz tatile gidilen yeri, kimimiz banknotları çizerdik. Aşkı çiz deseydi; aşık olan kişi maşuğun yüzünü, olmayan da birbirine aşık olan bir çifti çizerdi, korkuyu çiz deseydi kimimiz kıllı bir örümcek çizerken, kimimiz bir mezar çizebilirdi.
       İşte bu tür soyutluklar içinde bazıları (aşk, korku gibi) ilkel benliğimizin ürettiği kavramlar olduğu için, yerine göre farklı şekilde kafamızda canlandırabiliriz. Ancak bazı soyut kavramlar beynimizin ilkel bölgeleriyle ilgili olmayan; tamamen toplumsal yapının beynimize zerk ettiği kavramlardır. Bunlar için de aklıma ilk gelen örnekler tanrı ve ahlak.
       Tanrı deyince benim kafamda canlanan şey -yaklaşık 27 yıldır- kalpaklı Atatürk resmidir. İşte aldatılmışlığın kısa tarihinin benim için 1987’de başlamasının göstergelerinden biri bu. Evet benim için 1987’de başlıyor çünkü ben okula 1987’de başladım. Siz kaç yılında başladıysanız sizin için de bu tarihin başlangıcı o yıldır.  Bu iddialı tezi desteklemek için ayrıca bir kaç yazı daha çıkarabilecek kadar argümanım var ama ben mümkün olduğunca özetlemeye çalışacağım.
       Öncelikle emin olun ki burada amacım ne Tanrı'yı ne de Atatürk’ü tartışmak. Bu örneği verme amacım, küçük bir çocuğun algılarının nasıl yönlendirilebildiğini göstermekti. Orada Atatürk değil de Mona Lisa’nın resmi olsaydı, tanrı kafamda öyle de canlanabilirdi; nitekim Mona Lisa da sürekli karşısındakini izliyor.

Aslında tanrının benim kafamda Atatürk şeklinde canlanması fazla rastlanan bir durum olmayabilir; çünkü ben ne Atatürk'ü ne de Tanrı'yı okuldan önce ailemden pek duyduğumu sanmıyorum. Beyin kıvrımlarımın henüz tam olgunlaşmamış olduğu okulun ilk günlerinde Tanrı'yı ilk kez duyduğumda karşımda duran kara tahtanın yukarısındaki üç çerçeveden birinde bayrak, birinde andımız, ortadaki çerçevede de kalpaklı Atatürk resmi vardı. Tabii bizi sürekli izleyen bir varlık olarak Tanrı takdim edilirken, karşımda da ders boyunca gözü hep üstümüzde olan Atatürk’ü görünce, bilinçaltıma 26 yıldır silinmeyen bir tanrı tasviri yerleşmiş oldu. Sorun şu ki çocukluk ve beynin şekillenmesi kısa sürmüyor ve devletin heykeltıraşları olan Milli Eğitim yöneticileri tarafından beynimize şekil verme işlemi de sadece duvara asılan resim ve ayetlerle değil, ilköğretim ve lisede bazı dersler kullanılarak sistemli olarak uygulanıyor. Bu şekillendirmenin ayrıca aile ve medya ayağı da var ki o kısmına sonra değineceğim. Sistemli aldatmacanın yapı taşları olan bu dersler Tarih ile Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi ve ilerleyen yıllarda Vatandaşlık Bilgisi ve Milli Güvenlik dersleridir. Bu derslerin yanı sıra Andımız, Onuncu Yıl Marşı gibi her Cuma ve resmi bayramda hatırlatılan "ayetler" de heykeltıraşlarımızın önemli kimlik yaratma aygıtları.
        Bu konuyla ilgili tespitlerimi ortaya koymamın nedeni, özellikle seçim dönemlerinde fazlasıyla politikleşen ve kısır tartışmalara yol açan nefret dolu söylemleriyle, sosyal medyada ve dost meclislerinde bizleri seçeneksizliğe mahkum etmek isteyen bilhassa bazı akranlarımın siyasi tavırları.
        Bu aldatılmışlığın mağduru olduğunu düşündüğüm bazı okuyucular, aldatılmayı hiç üzerine alınmayabilir ve o derslerde anlatılanların bir kısmıyla barışık olabilir. Büyük bilim adamı Carl Sagan’dan yaptığım aşağıdaki alıntı, belki gerçekleri söyleyen bir ayna işlevi görebilir.

Tarihin en acı derslerinden biri şudur: Yeterince uzun zamandır aldatılmışsak, aldatmacayı ortaya koyan her türlü kanıtı reddederiz. Gerçeği bulmakla ilgilenmeyiz artık. Aldatmaca bizi kafeslemiştir. Tuzağa düştüğümüzü kendimize bile itiraf etmek, son derece acı vericidir çünkü.

 Evet yeterince uzun zamandır aldatıldık. Carl Sagan’ın bu tespiti şunu da gösteriyor: Ben ve benim gibi bu aldatmacalardan sıyrıldığını düşünenlerin, aldatılanlara gerçekleri gösterme konusundaki çaresizlikleri. Çünkü o kafesin kapısına her elimizi uzattığımızda, içerideki mahkum, yıllar yılı kendisine okul ve medya aracılığıyla söylenmiş yalanlarla elimize vuruyor.

        Yukarıda sıraladığım derslerin ve yöntemlerin beyinleri şekillendirmedeki anahtarlar olduğundan  bahsetmiştim. Bu toplum mühendisliği çalışmalarındaki temel amaç, bugün Erdoğan’ın, geçmişte de zamanın egemenlerinin ağzından düşürmediği tek devlet, tek millet hedeflerine ulaşmaktır. Şimdi diyebilirsiniz ki “sen kimsin ki bizi aldatılmış olmakla suçluyorsun; biz aldatıldıysak sen nasıl oldu da aldatılamadın ya da gerçekleri gördün?”
        
        İşte bunun cevabı aldatılamayanların ya da sonradan uyananların kimliğinde gizli. Mesela tarih derslerinde varlığı yok sayılan ve sonradan ne hikmetse birden var olan ve iç düşman olarak gösterilen Kürtler; kendilerine devlet tarafından duyulan nefret tarih kitaplarından taşarak, bazen Hrant Dink’in ensesine sıkılan kurşunla, bazen de başbakanın “afedersin”iyle gösterilen Ermeniler ve diğer gayrimüslim azınlıklar; zorunlu din dersinde yok sayılan ve Sünni mezhebi dayatılan Aleviler... İşte bu “ötekiler” çocukluk ve ilk gençliklerinde, okuldan eve gittiğinde okulda anlatılandan farklı bir dünyaya mensup olduklarını ve üzerine nefret yönlendirilenlerin kendileri olduğunu fark ediyorlar. Ben de bunlardan biri olarak bu tespitleri yapıyorum. Bunun ortaya çıkardığı ilk tepki, ya aslını inkar etmek ya da sorarak, okuyarak aldatılmayı görmektir. Tarih dersinin yanı sıra, herkesi makul Müslüman ve Sünni olarak tutma işlevi gören din dersi ve çocukların askerliği yaklaşıyor denerek “her Türk asker doğar”ı öğretme amaçlı Milli Güvenlik dersi de tarih dersinin ulaşamadığı noktalara ulaşıyor. İşte bu aldatılmayı görenler, gerçekleri göstermek ve bir şeyleri değiştirmek adına örgütlendikleri zaman, bir anda kendilerini iç düşman konumunda buluyorlar. İşte Başbakanın Gezi’de katledilenlere terörist demesi bunun örneklerinden biridir. Gezi’de katledilenlerin hepsinin Alevi olması da asla bir tesadüf değildir. Devlet şüphesiz Gezi’de, Sivas’ta olduğu gibi Alevileri hedef alarak katliam yapmamıştır. Devletin rastgele sıktığı kurşunlara hedef olan kişilerin büyük bölümü yukarıda açıkladığım nedenlerle “uyanmaya” daha yatkın olan Kürtler ve Alevilerin, örgütlü muhalefete de daha yatkın olması, onların kurşunların hedefi olma ihtimallerini artırır.

          Şüphesiz bu aydınlanmada sadece etnik veya dini kimlikler değil, çevrenin de etkisiyle gelişen entelektüel yönelim de pay sahibi.  Ergenlik çağında veya üniversitede sosyalizmle tanışan ve egemenlerin toplum beynini şekillendirme yöntemlerini görenler de bu aldatılmışlığın farkına varıp, popüler muhalifliğin ötesine geçebiliyorlar.

Yeterince uzun süre söylenen yalanlarla ilgili kendisine haksızlık etmememiz gereken bir güç var: Medya... Medya deyince tabii aklınıza önce günümüzün yandaş medyasının gelmesi olası. Yandaş medya denen olgu genellikle hükümetlere hizmet eder. İş bağlantıları, ihaleler vs. Bunları zaten biliyoruz. Ama hep atlanan bir gerçek var. O da tüm zamanların aldatma aygıtı olan TRT’nin varlığı. Unutmayın ki Türkiye 1964 yılından 1990 yılına kadar gazete dışındaki tek medya aygıtı olarak TRT’ye mahkum kaldı. Bu süreçte TRT kimin mi yandaşıydı? Tabii ki iktidardan hiç ayrılmamış askeri bürokrasi ve onun oluru olmadan adım atamayan diğer devlet aygıtlarının yandaşı; hatta yayın organıydı. Yani şu an Erdoğan’ın emrinde olan TRT, neredeyse 40 yıl boyunca askerin ve vesayet bürokrasisinin emrindeydi ve onların borazanlığını yaptı. Daha sonra faaliyete geçen özel radyo ve TV’lerin ise neredeyse tümü, yukarıdaki devlet aygıtlarının yetiştirdiği beyinler tarafından yönetilerek, sistem tarafından zaten yeterince aldatılmış toplumun uyanmasını engelleme işlevini layıkıyla yerine getirdiler. Uyandırmaya çalışanlar ise kapatma, hapis ve ağır para cezalarıyla; hatta bazıları direkt ofisleri bombalanarak ya da gözaltında kaybedilerek cezalandırıldı. Bu anlattıklarım, medyanın ahlaksızlığını Gezi ile sınırlı sanan kandırılmışlar tarafından dikkate alınmak zorundadır.

Lütfen Carl Sagan'dan yaptığım alıntıyı bir an için bir ayna gibi düşünün ve karşısına geçin. Orada yansımanızı görürseniz kafestesiniz demektir. Siz kafeste kaldıkça hepimiz kafesteyiz demektir. Aslında ben aldatmacayı ortaya koyan kanıtlardan değil; aldatma yöntemlerinden bahsettim. Kanıt için biraz öğretilenlerle gerçekte olanları karşılaştırmak yeterli. Bir iki örnek vereyim: Türklerin İslamiyete geçişinde baş rolde olan kılıç, tarih dersinde geçmiyor bile. Ya da Yavuz Sultan Selim'in Alevi katliamı pek popüler değildir tarih kitaplarımızda. Sarıkamış'ta donan 90 bin askerin ölümünde ise komutanları Enver Paşa'nın hiç kabahati yoktur; tek suçlu Sarıkamış'ın iklimidir.

Böyle tespitler genellikle aldatılmışları çok sinirlendirir. Bunu da normal karşılıyorum. Gerçekle yüzleşmek sarsıcıdır. Gerçeği söyleyene karşı nefret yaratabilir. Bu sorunun nedenini George Orwell güzel bir tespitle özetlemiş. Buyrun:
Bir toplum gerçeklerden ne kadar uzaklaşırsa, gerçekleri söyleyenlerden o kadar nefret eder...               

4 yorum:

  1. Öncelikle ellerinize sağlık. Kıvamında ve makul bir anlatım olmuş. Ancak bir tık öteye gidip daha geniş bir pencereden bakmak gerektiğini düşünüyorum. Bu aldatmaca sadece Türkiye'ye özgü değil. Hatta Türkiye'de kötü yapıldığını bile söylemek mümkün. Özellikle ABD'deki medya yönelimleri ve propaganda yapıları gerçekten çok profesyonel düzeyde. Bu noktada Bernays ve Anna Freud'a göz atmakta fayda var.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Değerli yorumunuz için teşekkürler. Evet; dünyada bu işin daha profesyonelce yapıldığı konusuna ben de katılıyorum. Bu profesyonellik gelişmiş ülkelerde sadece siyasi alanla kalmayıp; tüketim toplumu oluşumuna ve sürekliliğine de hizmet ediyor. Özellikle Bernays öneriniz çok yerinde.

      Sil
  2. Tespitleriniz, örnekleriniz ve benzetmeleriniz oldukça akılcı. "Doğruyu hazmedemeyen yalanı hak eder" var bir de. Belki doğruyu almıyor bünye. Ondan yalana batmışız cümleten..

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Teşekkürler..Sizinkini de alıntı olarak yazıya eklemiş olalım:)

      Sil